www.musluman.biz

10 Mart 2012 Cumartesi

SIR SAKLAMAK

SIR SAKLAMAK
Açığa çıkması istenilmeyip gizli kalması gereken şeylere sır denir. Her insan kendisine başkalarından daha yakın hissettiği kişileri dost edi­nir, onlarla daha samimi ilişkiler kurar. Başkalarına açmadığı sırlarını, dertlerini ve düşüncelerini onlara açar. Kendisine emanet edilen sırrı sak­lamak, karakteri mükemmel, dürüst ve soylu insanların işidir. Müminler kendilerinden olmayanları asla sırdaş edinmemelidirler. Zira onlar mü­minlere kötülük ve zarar vermeye çalışırlar. Hak Teala sırları de içine alan genel bir konuda "Verdiğiniz sözü ve yaptığınız andlaşmayı yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluğu gerektirir" buyurmuştur.
Yapılan sözleşmelere, anlaşmalara, verilen sözlere ve vaadlere ria­yet edilmelidir. Bir kimsenin sırrını öğrenen, diğer bir ifadeyle kendisine bir sır emanet edilen kimse o sırrı saklayacağına dair söz vermiştir. O sırrı açıklamasına izin verilmediği sürece, hayatının sonuna kadar o sırrı saklamakla sorumludur. Özellikle aile içinde eşlere bu konuda büyük görevler düşmektedir. Eşler birbirlerinin sırlarını asla ifşa etmemelidir­ler. Efendimiz bununla ilgili olarak "Kıyamet gününde Allah Teala'ya göre en kötü insan, karısıyla mahremiyetini paylaştıktan sonra onun sır­rını ifşa eden kimsedir" buyurmuştur.
Efendimiz, birbiriyle hayatlarını birleştiren kimselerin aralarında ge­çenleri başkalarma anlatmalarım pek çirkin bulmuş ve bu hareketin Allah Teala'ya göre emanete hiyanetin en büyüklerinden biri olduğunu söyle­miştir. Bu sebeple Cenab-ı Hak, bir kadınla evlenip onunla en mahrem duygu ve davramşları paylaştıktan sonra aralarında olanı biteni, başkala­rına anlatmayı emanete hiyanetin en kötüsü olarak kabul etmiştir.
Kadın için de durum aynıdır. Onun da kocasıyla aralarında geçenle­ri başkalarma  anlatması,   aynı  şekilde  emanete  ihanettir.   Emanete hiyanet ise dinimizin şiddetle yasakladığı pek çirkin bir davranıştır. Ai­lenin mahremiyeti vardır. O sebeple teftişe müsait değildir. Olay, açık­lanması utanç verici veya çok özel bir sebebe bağlı olabilir. Bu mahremi­yeti ifade için "Kol kırılır yen içinde kalır", "Kirli çamaşırlar sokakta yı­kanmaz" denilmiştir. Karı koca arasındaki ilişkiler onlara bırakılmıştır. Kendileri açmadıkça başkaları aile sırlarını öğrenemezler. Kocasının maddi durumunu düşünmeden konu komşuda gördüğünü kendi evin­de de isteyen, dediği olmazsa hırçınlaşan, aile sırlarını olur olmaz kim­selere açan, sağda solda dedi kodu yapan kadınların bu yaptıkları bü­yük bir suçtur, sırrı yaymak, aile mahremiyetini deşifre etmektir. Hal­buki eşlerin karşılıklı haklarından biri, sırlarını başkalarına ifşa etme­mektir. İyi bir kadın da Allah'ın bu konudaki emirlerine boyun eğer, Al­lah'ın buyruğuna uyarak kocasına itaat eder. Ona karşı görevlerini yeri­ne getirir. Kocası evde bulunmadığı zamanlarda onun namusunu, malı­nı ve aile sırlarını korur.
Sırlar birer emanet olduğundan emanetlere hıyanet etmemek la­zımdır. Hele bu sırlar evlenme gibi hassas bir konuda ise daha da dik­katli olunmalıdır. Nitekim Ömer, kızı Hafsa dul kaldığı zaman onu Osman'a nikahlamayı teklif etti. Osman düşünmek için biraz süre istedi. Aradan birkaç gün geçtikten sonra karşılaştıklarında şimdilik evlenmeyi düşünmediğini söyledi. Sonra Ebu Bekir'e rastladı. Ona da aynı şeyi tek­lif etti. O ise sustu, ağzım açıp da bir söz söylemedi. Bu sebeple ona Os­man'a gücendiğinden daha fazla gücendi. Aradan birkaç gün geçtikten sonra Hafsa'ya Resul-i Ekrem talip oldu. Kızını ona nikahladı. O sıralar­da Ebu Bekir'le karşılaştığında Ebu Bekir Ömer'e bu konuyu açtığında kendisine cevap vermeyişinin sebebini anlattı. Resul-i Ekrem'in Hafsa ile evlenmekten söz ettiğini, elbette Resul-i Ekrem'in sırrını ifşa edeme­yeceğini, onun Hafsa ile evlenmekten vazgeçmesi durumunda elbette onunla evlenmeyi kabul edeceğini söyledi.
Hafsa'nın kocası bir savaşta aldığı yara sebebiyle vefat edince dul kalmıştı. Ömer kızının iyi bir insanla evlenmesini arzu ediyor­du. Bir insanın ahlakından ve faziletinden emin olduğu kimselere kızıy­la evlenmelerini teklif etmesi asla yadırganmamalıdır. Ebu Bekir'in bu tavrı, İslami edeb açısından son derece güzel bir davranıştır. Bir kim­senin güvendiği bazı dost ve arkadaşlarına açtığı geleceğe dönük tasarı­sı, onlara emanet edilen bir sırdır. Hele bu sır biriyle evlenmek gibi has­sas bir konuya dair ise, onun izni olmadan bu tasarının başkalarına söy­lenmesi emanete hıyanet sayılır.
Ebu Bekir gibi sır konusunda titiz davrananlardan biri de Fatıma'dır. Fatıma bir gün Resul-i Ekrem'in hanımları ile birlikte oturduğu bir sırada yanlarına çıkageldi. Efendimiz onu görünce sevindi ve ona merhaba diyerek sağ yanma oturttu. Sonra kulağına bir şeyler fı­sıldadı. Bunun üzerine o yüksek sesle ağlamaya başladı. Onun aşırı üzüntüsünü görünce kulağına bir şey daha fısıldadı. Bu defa Fatıma güldü. Efendimizin kendisine ne söylediği sorulunca Fatıma babasınm sırrını kimseye söyleyemeyeceğini belirtti. Efendimiz vefat edince tekrar soruldu. Bu defa söyleyebileceğini ifade ederek, babasının yakın za­manda vefatı edeceğini kendisine haber verdiğini söyledi.
Sır saklamak, insanlarla düşüp kalkarak onların huylarını öğrenmek kişiye değişik tecrübeler kazandırır, Ömer bir gün bir adamla birlik­te oturuyordu. O esnada yanlarına bir başka adam geldi. Bunun üzerine Ömer ona sözlerini sağa sola taşıyanı sevmediklerini söyledi. Adam da kendisinin başkalarma haber götürmek için yanlarına gelip oturmadığı­nı söyledi. Ömer, öyle ise şu ve şu kimselerle oturmasını ve kendile­rinin sözlerini onlara nakletmemesini tenbih etti. Sonra yanındaki ensardan olan arkadaşına halkın kendisinden sonra kimin halife olaca­ğını söylediklerini, kimi uygun gördüklerini sordu. Ensardan olan adam muhacirlerden bir takım erkeklerin adını saydı, Ali'nin adını saymadı. Ömer, onlara ne oluyor da Ali'yi istemediklerini, halbuki onun aleyhle­rine olsa bile onları hak yol üzere tutmakta,onların en hayırlısı olduğu­nu söyledi. Ömer de yanında bulunan dinleyiciye, konuşulan si­yasi ve ciddi meseleleri başkalarma gidip anlatmamayı tavsiye etmiş, bu konuda takip edilecek yolu göstermiştir.
Başarıya ulaşmanın en önemli sebeplerinden biri sır saklamaktır. Efendimizin din ve dünya işlerinde kişinin başarıya ulaşması için gizlilikten faydalanmasını öğütleyen, her nimet sahibine hased edildiğini be­lirten ifadesi bu konuda ne kadar anlamlıdır!
İnsan sırlarını içinde sakladıkça, onlara sahip demektir. Fakat onları dışarıya ifşa ettiği zaman, bu hakimiyeti kaybeder ve onların dış tesirleri altına girerek bir nevi sırlarının esiri olur. İnsan kendi esrarını ifşa et­mekten kaçınması gereklidir. Bundan daha kötüsü başkasına ait esrarı yaymaktır. Çünkü bunda emanete hiyanet vardır. Bir de kötü niyetle olursa koğuculuk vasfını taşır. Bu iki yönden haram kısmına girer. O halde insan hem kendine ait olan esrarı, hem de kendine emanet edilen başkasına ait esrarı gizli tutmalı, başkasına yaymamalıdır.
Sır saklama hususunda titiz davrananlardan biri de Enes İbni Ma-lik'tir. Efendimizin yıllarca hizmetinde bulunan Enes bir gün çocuklarla oynarken Efendimiz onu yanına çağırdı ve bir yere gönderdi. Enes bu sebeple annesinin yanına geç döndü. Eve varınca annesi niye geç kaldı­ğını sordu. Resul-i Ekrem'in kendisini bir işe gönderdiğini söyledi. An­nesi onun ne olduğunu sorunca bunun bir sır olduğunu haber verdi. Bunun üzerine annesi Resul-i Ekrem'in sırrını kimseye anlatmamasını söyledi. Enes bu olayı anlattıktan sonra öğrencisi Sabit el-Bünani'ye bu sırrı kimseye açıklamadığını, eğer açıklayacak olsa onu Sabit'e açıklaya­cağını, ama ölünceye kadar bunu kimseye açmayacağını söyledi. Sabit Basralı olup tabiin neslinin tanınmış alimlerinden, Enes İbni Malik'in de önde gelen talebelerinden biriydi. Kırk yıl boyunca birbirlerinden ayrıl­mamışlardı.
Ebu Zer de aynı şekilde sır konusunda hassas davrananlardandır. Aneze kabilesinden bir adam Ebu Zer'e Şam'dan sürgün edildiği zaman ona Efendimizin hadislerinden bir hadisi sormak istediğini söylediğinde Ebu Zer, Efendimizin sırlarından değilse onu haber verebileceğini söy­ledi. Adam soracağı şeyin Efendimizin sırlarından bir sır olmadığını, kendisiyle karşılaştıkları zaman Efendimizin ashabıyla musafaha edip etmediklerini sordu. Ebu Zer de bu soruya Efendimizin her karşılaştı­ğında kendisiyle mutlaka musafaha ettiğini söyleyerek cevap verdi.666 Abdullah İbni Cafer de bir gün Efendimizin kendisini bineğinin arkasına aldığını, kendisine bir sır verdiğini, onu insanlardan hiçbir kimseye söylemediğini belirtti.
Sır saklamakla ilgili olarak Amr îbni As da kalplerin sırların saklan­dığı yerler olduğunu, dudakların o yerlerin kilidi, dillerin de anahtarı olduğunu, herhalde insanlarm sırlarını saklamaları gerektiğini söylemiş­tir. Yine Amr îbni As sırrını hiç kimseye vermediğini, bunun için yayıl­masından dolayı da kimseyi ayıplamadığını, kendi sırrını korumakta kendisinin aciz kalırsa başkasının onun sırrını korumakta daha aciz ka­lacağını ifade etmiştir.
Kardeşlik bağlarını koruma şartlarından biri de arkadaşın sır ve mahrem olan hallerini yaymamaktır. En iyisi başkasına sır vermemektir. Ali insanın sırrının kendi esiri olduğunu, söylendiği zaman insanın sırrının esiri olacağını, insanın dili ile sırrını yayar da bundan dolayı başkalarını ayıplarsa, bu kimsenin ahmak olduğunu, asıl kendisini ayıp­laması gerektiğini, zira kendi sırrını tutamayanın sırrını başkalarının hiç tutamayacağını, başkasını ayıplamaya fırsat vermemek için insanm sır­rını hiç kimseye açmamasını, açıldığı takdirde de ihanet edilmemesi ge­rektiğini söylemiştir.
Bazı şeyler vardır ki mürüvveti zedeler. Şeref ve şana halel getirir. Bu gibi şeylerin gizli kalması gerekir. Böylesi sırları aklından zoru olan şahsiyet ve ahlak düşkünü kimselerden başkası ifşa etmez. Ancak, hak­sız yere kan döküldüğünü, ırza, mala ve cana tecavüz edildiğini gören kimselerin bu gördüklerini saklaması gerekmez. Bazen başkaları tara­fından bilinmesi istenmeyen şeyler olur. Bunlar özel sırlardır. İnsan, kendi sırlarını kimseye söylememelidir. Çünkü bu durumda onlar sır olmaktan çıkar. Huzeyfe, başkasının bilmediği şeyleri bilen sahib-i sır idi. Öyle ki, münafıkların ismini ve müstakbel hadiselerin birçoğunu bilmekte idi.
Sahibine zarar getirecek bir sırrı ifşa etmek doğru değildir. Ancak adam ölünce, sağlığında gizlenmesi gereken şeylerin ölen adam için bir zillet söz konusu olmazsa söylenmesinde bir sakınca yoktur. Gizli tu­tulması istenen veya açıklanmasından rahatsızlık duyulan sırları ifşa etmek caiz değildir. İki kişinin veya belirli sayıdaki bir topluluğun kendi aralarındaki konuşmaları, gizli tutulması gereken bir emanettir.
Muaviye, Velid İbni Utbe'ye gizlice bir söz söylemişti. Velid, eve ge­lince babasına emirul-mümininin kendisine bir söz söylediğini, onun kendisine söylediği bir sözü ondan gizleyeceğini sanmadığı için babası­na açmak istediğini söyledi. Babası Utbe, yanıldığını, o sözün kendisine söylenmiş bir emanet olduğunu, kendisine söylenmemesi gerektiğini be­lirtti. Velid, baba ile oğul arasında sır olmayacağını söyledi. Babası, ken­di sırlarının olmayacağını, fakat başkasının sırrının olacağını belirtti.
Herkes sır tutamaz. Sır tutmak, en ağır yüklerden biridir. Herkes onu taşıyamaz. Kimseye söylemeyeceğine söz veren nice insanlar bu ağır yükü taşıyamamış ve başkalarına söylemekten kaçınmamışlardır. Halbuki sır saklamanın verdiği gururu taşımak o sırrı söylemiş olmanın vereceği pişmanlığı yaşamaktan daha iyidir. Kendisine sırrını veren bir kişi sır verdiği dostuna değer vermektedir. O sırrı açığa çıkararak dos­tuna ihanet etmemelidir. Bu bakımdan "Söyleme sırrını dostuna, dostu­nun dostu vardır, o da söyle dostuna!" denilmiştir.
Bazı kimseler, herkesin bildiği bir hususu, görüştüğü kimselere bir sır olarak emanet eder, "bu husus aramızda kalsın, laf aramızda" der, bununla o kişilerin güvenini kazanmak ister. Hiçbir yarar ve haklı sebep yokken sırrını başka birine emanet eden, sonra da sırrının ifşa edilme­sinden yakınanlar bilmelidirler ki, kendilerinin saklı tutamadığı sırrı di­ğer biri de gizli tutmaz. Bunun için "Sırrını kendin muhafaza etmezsen, başkası onu nasıl muhafaza etsin?" "Sırrını sadece sen bil. Güvenilir kimseye emanet etme, sürç-i lisan edebilir, cahile emanet etme, ihanet edebilir." "Ketum, sır küpü ol." "Sırrını açma dostuna, dostunun dostu vardır, o da söyler dostuna. Sırrım verme sırdaşına, darılır bir gün kakar başına." "Söyleme sırrını kimseye yerin kulağı var." "Sağ eline verdiği­ni, soİ el bilmesin" denilmiştir.
Sırrını başka birine açmak zorunda kalan veya buna gerek gören kimselerin sırlarını emin kimselere vermeleri gerekir. Emin ve güvenilir kimseler, sırların mezarlarıdır. Oraya giren bir sır orada ölür, gömülür ve asla oradan bir daha çıkmaz. Sırra karşı durumunun nasıl olduğu so­rulan bir adamın bu soruya cevabı "Ben sırrın mezarıyım" demek olmuştur. Adamın biri dostuna bir sır verir. Sonra ona anlayıp anlamadı­ğını sorar. Dostu anlamadığını söyler. Adam öğrenip öğrenmediğini so­runca dostu unuttuğunu söyler. Demek ki sır emanet edildiği an unu-tulmalıdır ve emanet edene bile söylenmemelidir.
Efendimiz "Bir kimse din kardeşinin mahremiyetini örter ve gizler­se Allah da onun mahremiyetini örter" buyurmuştur. Yalan, günahtır. Sırrı ifşa etmekse daha büyük günahtır. İnsan böyle zamanlarda sıkıştı­ğında yalanı, sırrı ifşaya tercih eder. İslam tecessüsü, başkalarının mah­rem ve özel hallerinin araştırılmasını, öğrenilmesini, merak edilmesini yasaklamıştır.
Efendimiz, "Bir kişi, bir söz söylerken sağa sola bakınırsa bilin ki bu söz emanettir, sırdır." buyurmuşlardır. Sır saklamak bir erdemdir Sır saklamak, ketum ve ağzı pek olmak aslında, sabır, şükür, cömertlik, ce­saret gibi ahlaki bir erdemdir. Sır saklamamak ise ahlaki bir zafiyettir. Emanete hiyanet etmek nifak alametlerindendir.
Sır, emanetlerin başında gelir. Kendi sırrını saklı tutan bir müminin, din kardeşinin ve diğer insanların sırlarını saklı tutması ahlakın gereği­dir. el-Mecalis bi'1-emanet, sözü, "Bir mecliste söylenen sözler, emanet edilen sırlar olduğundan orada kalmalı, dışarıya taşınmamak ve sızdı-rılmamalıdır, anlamına gelir."
Her insanm kendine özel ve Allah Teala'dan başka hiçbir kimsenin bilmediği, en yakınlarına bile açmadığı bir takım sırları olur. Ketum kişi­ler için "Kan kussa kızılcık şerbeti içtim, der" denilmiştir. Onun bu tür sırlara sahip olması bazen yararlı, bazen gerekli, bazen da zorunlu olur. Başarılı olması ve kendisini koruması için buna ihtiyaç duyar, sır, başa­rının sırrı ve sebebidir.
Kısaca her ortamın bir sırrı vardır ve işlerin yolunda gitmesi için buna ihtiyaç duyulmaktadır. Bu sırların kısa, uzun ve çok uzun süre giz­li tutulması, bunları bilen kişilerin az veya çok olması, ihtiyaca göredir.
İşlenen günah, gizli tutulmakla birlikte günah olmaktan çıkmaz. Ahirette, gizli olarak işlenen ve sır olarak saklanan günahlar, bunları iş­leyenlerin önüne getirilip serilecek ve bunun hesabı sorulacaktır.
Ne var ki, bunları açıklamak günahı daha da ağırlaştırır. Efendimiz bu konuda "Açıktan günah işleyen ve işledikleri günahları açıklayanlar dışında bütün ümmetim affedilecektir." buyurmuştur. İnsan, geçmişte işlediği veya kimsenin görmediği yerde işlediği günahları, bunları sanki bir marifetmiş gibi pişmanlık hissetmeden, utanmadan ve sıkılmadan anlatırsa başkalarına kötü örnek olur, bu sebeple vebali daha da ağırla­şır. Bu sebeple işlenen günahların gereksiz olarak açıklanmaması lazım gelir. Efendimiz, Mekke'yi fethetme kararını ve bununla ilgili faaliyetleri büyük bir gizlilik içinde yürütmüş, bu durumu Mekke müşriklerine bil­dirmeye kalkışan Hatıb İbni Ebi Beltaa'nm bu tavrı, gizliliği ihlal etti­ğinden dolayı büyük bir infiale sebep olmuştur. Yine Efendimiz, hicretle ilgili planını da gizli tutmuştu. Onun hayatında sır ve gizliliğin büyük önemi vardı.
Ashab-ı kiram da aynı şekilde sır konusunda titiz davranırdı. Nite­kim Abbas, oğlu Abdullah'ı halife Ömer'in yaşının küçüklüğüne rağmen onu istişare meclisine aldığını görünce oğluna onun meclisle­rinde gizlice konuşulan bir şeyi dışarıya ifşa etmemesini tenbih etmiştir. Emanet edilen sırları, birbiriyle bozuştuktan sonra da korumak lazımdır. Çünkü sır, mutlak olarak korunması gereken bir emanettir.
İnsanın sahip olduğu ilim ve edep dostluğun değerini arttıran me­ziyetlerdir. Böyle bir dost bulunca insan sırrını ona açıp rahatlamalı ve işlerini ona danışıp doğru çözüm aramalıdır. Ama dostun cevaplandır­makta sıkıntı çekeceği soruları sormamak, kendisinin açmadığı sırlarını öğrenmeye kalkışmamak gerekir. Zira dostluğun gereği budur. Dost, dostunu sever, sevmediğini sevmez.
Allah'a en çok saygılı olan, onun uğrunda kılı kırk yararcasına her şeyi yerli yerince yapmaya çalışan bir peygamber böyle adaletsizlikle suçlandı. Halbuki o adaletin canlı bir örneği idi. Her hususta adil olma­ya, adaletin gereğini yerine getirmeye çalışırdı. Adil davranma konu­sunda hiçbir şeyden korkmaz, hiç kimseden çekinmezdi, insanları sev­mekle birlikte bu sevgisi adalet ölçülerine göre sınırlı idi. Özellikle ço­cuklar arasında adalet ve eşitliğe dikkat edilmesine büyük özen göste­rirdi. Sahabi Numan İbni Beşir bunun en önemli şahitlerinden biridir. Numan'ı bir gün babası Resul-i Ekrem'e götürdü ve elinin altında bulu­nan bir köleyi ona verdiğini söyledi. Resul-i Ekrem Numan'in babasına ondan başka çocuğunun olup olmadığını sordu. Babası başka çocukları­nın da olduğunu söyleyince Efendimiz bu defa ona Numan'a verdiği gi­bi diğer çocuklarına verip vermediğini sordu. Babası vermediğini söyle­di. Bunun üzerine Resul-i Ekrem o halde hibesinden dönmesini, kendi­sini bu işe şahit tutmamasını, çünkü kendisinin zulme şahit olamayaca­ğını söyledi. Ardmdan ona Allah'tan korkmasını, çocuklar arasmda ada­letli davranmasını hatırlattı. Efendimizin bu uyarısı karşısında Nu-man'ın babası hibesinden döndü ve oğluna yaptığı bağıştan vazgeçti.
Efendimiz insanlara bu şekilde adalet dersi verdi. Zulme, haksızlığa şahit olmayacağım söyledi. Babalardan çocuklar arasında eşit davran­malarını istedi. Adaleti, müminin ayrılmaz bir parçası kabul etti. Buna göre mümin Efendimizin yolunu tutarak adaletten ayrılıp zulme şahit olmamalı, aksine zulmü engellemeye, adaleti ayakta tutmaya çalışmalı­dır. Toplum kanayan bir yara gördüğü zaman içi sızlamak, aldırmadan geçip gitmek yerine onu dindirmek için mücadele vermeli, mazlumu elinden tutup ayağa kaldırmak için her türlü fedakarlığa göğüs germeli, zalimleri alkışlamaktan onlara destek olmaktan uzak durmalıdır. Adale­tin tesisi için verilen mücadele en büyük cihad sayılır ve bu uğurda ca­nını feda eden şehadet rütbesine erişir. Çünkü Allah adaleti emreder. Onun emri doğrultusunda mücadele eden en büyük mükafatı hak eder.
Sadece çocuklar arasında değil, eşler arasında da adalet ve eşitliğe dikkat edilmesi gerekir. Resul-i Ekrem Efendimiz kendisi eşleri arasında adalete çok dikkat ettiği gibi erkeklere de eşleri arasmda sürekli eşit Olgun ve tam bir mümin olabilmek için insanın din kardeşini sev­mesi, onların sevinci ile sevinip kederleri ile kederlenmesi şarttır. Çünkü bu birlik ve beraberlik bulunmazsa, İslam'ın hükümleri gönüllere indiri­lemez, aktif hale getirilemediği için de İslam ahlakı toplumda yaşana­maz. Yaşanamayınca da İslam gönüllere hakim olamaz, yeryüzünde var sayılmaz.
Müminler sevgi, merhamet, şefkat ve yardımlaşmada bir vücut gibi olmalıdırlar. İslam toplumu bir vücut gibidir; bir uzvun hastalığının bü­tün vücudu rahatsız etmesi gibi, bir müslümamn başına gelen bela ve musibetleri, bütün müslümanlar kendilerine dert edinmelidir. Nitekim Resul-i Ekrem Efendimiz bu hususta "Müminler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar" buyurmuştur.
Buna göre, müminler birbirlerini sevmeli, birbirlerine merhamet etmeli, acımalı ve birbirlerine şefkat edip yardımcı olmalıdırlar. Çünkü hem müslümanların salahı hem ümmetin felahı, gönüllerini ve kafaları­nı bu engin fazilet hisleriyle dolduran ve hayatlarına bu duygular yön veren kadrolarla sağlanabilir. Bu güzel duyguların karşıtı olan sevgisiz­lik, merhametsizlik, şefkatsizlik ve ilgisizlik hastalıklarından kurtulmak gerekir. Müminler, sadece kendi iç bünyelerinde değil, başka din men­supları veya herhangi bir dine mensup olmayanlara karşı da tam bir in­sani yaklaşım sergilemekle emrolunmuşlardır.
Efendimizin üstün nitelikli teşbihleriyle belirttikleri gibi, uykusuz­luğun sebebi, vücudun bir uzvunda hissedilen acılardır. Humma yani ateşli hastalıklar ise uykusuzluk sebebiyle daha da artar. Sevgisizlik, merhamet yoksulluğu ve şefkatsizlik, acı veren ve insanı ateşler içinde yakıp kavuran bir hastalık gibidir. Humma tabiri dilimizde, sıtma keli­mesiyle ifade edilir; aynı zamanda bütün ateşli hastalıkların da genel adıdır. Sıtma, diğer ateşli hastalıklar arasında en ağır olanı ve bütün vü­cudu sarsan bir hastalıktır. Bu sebeple Efendimizin teşbihi çok dikkat çekicidir. Birimizin parmak ucundaki küçücük bir sivilce nasıl bütün vücudumuzun ıstırap içinde kalmasına ve acı duymasına sebep oluyors a, yeryüzünün herhangi bir yerindeki mü'minin acı ve ıstırabı bizi ilgi­lendirir ve rahatsız eder.
Sevgi ve bağlılığın en güzel belirtisi selam verme ve güler yüz gös­termedir. Bu iki özellikte mümine Allah'ın rahmet ve selametini karşılıklı olarak dileme vardır. Onun için sevgi işareti sayılan, mümine hayır dua anlamına gelen selamı yaymalı ki, Allah'ın rahmet ve mağfiretine nail olunsun. Müminler arasmda sevgi ve muhabbetin yok edilerek, kin ve düşmanlığın yerleştirilmesi son derece tehlikeli ve zararlı bir durumdur. Zira kin ve buğz, insandaki dini anlayışı kökünden kazır, yok eder. Kin, insanda din bırakmaz. Kinine sahip olamayan dinine hakim olamaz.
Gerçek de böyledir. Bir toplumdaki insanlar arasında kin ve düş­manlık duygulan arttı mı arnk o insanlar birbirlerine zarar vermeye, kan dökmeye başlarlar. Kin insandaki intikam ateşini körükler, ondaki ada­let ve ahlak anlayışını sıfırlar. Adalet ve ahlak kurallarına uyulmayan bir toplumda da din kaybolur. Kökü kazınır, silinir, gider. Kin ve düş­manlık insana dinin asla cevaz vermediği her kötülüğü yaptırır. Bu çok tehlikeli durumdan kurtulabilmek için müslümanlarm birbirlerine kin ve düşmanlık duygularmı terkederek birbirlerini sevmeye çalışması ge­rekir. Aksi halde din kaybolur, ona bağlı olarak da mümin mahvolur.
Mahvolmamak için sevgi ortamını oluşturmak, insanlarla kaynaş­mak ve onlarla anlaşmak gerekir. Efendimiz bu konuda iki müminin ru­hunun, daha sahipleri birbirini görmeden bir günlük yoldan karşılaştık­larını haber vermiştir.678 Ruhlar, bir araya toplanmış askerler gibidir. On­lar içinde yaratılış özellikleri birbirine uyanlar bir araya gelir, kaynaşıp anlaşırlar. Uymayanlar da birbirinden uzaklaşır, kaçarlar. Ruhlar daha önce birbirleriyle anlaşıp ülfet edip kaynaşabilecek özellikte yaratılmış­lardır. Yaratılıştaki özellikleri birbirine uymayanlar birbirleriyle anlaşa­mazlar. Barışık halde yaşayamaz, birbirlerine yaklaşamazlar. Ancak bir­birlerinden kaçıp uzaklaşırlar. İnsanlar nimetlere nankörlük eder, sıla-i rahimleri keserler. İnsanın gönlünde sevgi ve muhabbet olmadı mı her şeyi yapar. Ama gönüller birbirine kaynadı mı o zaman onu yıkacak hiçbir güç yoktur. Kalblerin birbirine yakınlığı, birbirleriyle kaynaşıp an­laşması sağlam bir ip gibidir. Kopmak nedir bilmez. Ama ne var ki, dini duyguların zayıfladığı, gösteriş ve riyakarlığın yayıldığı bir ortamda in­sanlar arasında ilk kalkacak olan şey, aralarındaki ülfet ve muhabbettir. Sevgi ve muhabbet güneş gibidir. O kayboldu mu artık insanlar arasın­da soğuk rüzgarlar, dondurucu havalar esmeye başlar. İlişkiler bozulur, gönüller birbirinden soğur. Artık ne muhabbet edecek bir ortam, ne de şaka yapacak bir konum kalır. İnsanların birbirlerini sevmesi güzel bir şeydir. Birbirlerini seven insanlar bu sevgilerini açıklamalıdırlar. Nite­kim Efendimiz sevgi konusunda "Sizden biriniz kardeşini sevdiği za­man, kendisini sevdiğini ona bildirsin" buyurmuştur.
Bir insan Allah rızası için mümin kardeşini sevdiği zaman ona bu sevgisini bildirmelidir. Böyle hareket etmek, onun da kalbini kendine meylettirir ve aradaki sevginin daha çok artmasına vesile olur. Her iki taraf da birbiriyle daha iyi kaynaşır. Mücahid Efendimizin ashabından bir adamın kendisine yetişip arkasından omuzunu tutarak onu sevdiğini söyledi. Mücahid de kendisini kimin rızası için sevdiyse, onun da onu sevmesini söyleyerek karşılık verdi. Sonra Resul-i Ekrem'in kişinin sev­diğini din kardeşine bildirmesi gerektiğini belirten hadisi olmasaydı kendisinin de ona sevdiğini bildirmeyeceğini söyledi.
Efendimiz sevgi konusundaki diğer bir hadisi de "Allah için sevişen iki adamın en faziletlisi, muhakkak ki arkadaşına sevgisi daha çok olan­dır" şeklindedir. Bu hadis de müminlerin birbirlerini sevmesinin fazile­tini göstermekte, sevgisi fazla olanın daha hayırlı olduğunu bildirmek­tedir. Bir kimse bir adamı sevince, onunla münakaşa etmemelidir. Muaz Ibni Cebel bir insan din kardeşini sevdiği zaman, onunla münaka­şa etmemesini, ona fena harekette bulunmamasını ve ondan başkasına nasıl adam olduğunu sormamasını, ola ki, onun bir düşmanı ile karşıla­şır da onda olmayan bir şeyi kendisine bildirir de böylece onunla arasını açabileceğini söylerdi.
İnsan ilk olarak bir müminle karşılaşır da onda hoşa gitmeyecek bir hal görmezse ve haliyle onu severse, onunla mücadele durumuna düş­memeli, nasıl bir insan olduğunu başkasına sormamalıdır. Şayet rastgele sorarsa, bir düşmanına sormuş olabilir. Bu takdirde düşmanı onun hak­kında, yalan yanlış bilgi verebilir. Hakkında kötü haber alınınca da ara­lar; açılmış olur ve bu sevgi ortadan kalkar. Müminlerin birbirini sevme­si esas olduğuna göre, bu esası zedeliyecek veya bozacak şeylerden de kaçınmak gerekir. Bir de insan ilk karşılaşıp sevdiği kimse ile alışveriş ve komşuluk etmemelidir. Zira ileride dargın düşebilirler. Onun için bu gibilerle ihtiyatlı hareket etmelidir. Sevginin önemi konusunda Efendi­mizin bir başka hadisi de şu şekildedir:
"Allah için bir kardeşi seven, Allah yolunda olur. Kardeşi ona: Ben seni Allah için seviyorum" derse ikisi de cennete girer. Allah yolunda seven kimsenin sevgisinden ötürü derecesi, kendisini Allah için seven­den daha yüksek olur.
Müminleri sevmenin dinin bir emri olduğuna inanarak bir müslüman kardeşini seven ve ona sevgisini bildiren Allah yolunda yürümüş olur. Bu hayırlı yolu açmış olduğundan, kendisini de sevecek olan kardeşi Allah rızasını gözetiyorsa, her ikisi cennete girerler. Ancak bu hayırlı çığırı açan, derece bakımından öteki kardeşinden daha yüksek olur.
Sevgi ve muhabbetin devamı için yer yer insanlar birbirleriyle şaka­laşman, latife edip gönüller yumuşatılmalıdır. Efendimizin Enceşe adın­da siyah tenli ve güzel sesli bir hizmetçisi vardı. Enceşe yolculuklarda kadınların bindiği binekleri sürer, onları gidecekleri yere götürürdü. Yi­ne bir yolculuk sırasında Enceşe güzel nağmesiyle develeri sürüyordu. Bir aralık Efendimiz onların yanına varıp "Ey Enceşe! Cam kaseleri ya­vaş sür!" buyurdu.
Efendimiz kadınları ince ve narin yapılarından dolayı cam kaselere benzetmiştir. Başkasını incitmeyecek ve onu gücendirmeyecek şekilde şaka yollu söz söylemeye mizah denir. Bu şekilde konuşmalar esasen mubahtır. Çünkü böyle itidal üzere yapılan şakalar sebebiyle, insanlar arasında ünsiyet ve ülfet meydana gelir. Yabancılık hisleri giderilir, çe­kingenlik ortadan kaldırılır. Ancak haddi aşacak şekilde ağır ve kırıcı şakalar yapmak doğru değildir. Böyle söz ve hareketlerden kaçınmak gerekir. Çünkü bunlar, insanın ağırbaşlılığını yitirmesine yol açacağı gibi, karşıhlıklı münakaşa ve tartışmalara da sebep olur. Halbuki şaka gü­zel ve yerinde olursa, dostlar arasında kaynaşmaya vesile olur. Onun için doğru sözle ve samimi bir niyetle yapılmalıdır. Nitekim Efendimiz "Ben şaka ederim, fakat ancak doğru söz söylerim" buyururken buna işaret etmiştir.
Buna göre şakalaşmada ölçü doğruluktan ayrılmamak ve haddi aş­mamaktır. Efendimiz şaka yaparken dahi asla aldatmaz, fuzuli ve boşu boşuna söz sarf etmezdi. Şaka yapsa bile her bir sözü bir hakkın ve ger­çeğin ifadesi olurdu. Söz latif ve güzel olursa gönlü rahatlatır, kaynaş­mayı arttırır. Nitekim ashab-ı kiram da birbirlerine karpuz atarlar, şaka-laşıp eğlenirlerdi. Gerçek işler ortaya çıktığı zaman da erkek olurlar, iş­lerini ciddiyetle yaparlardı.686 Efendimizin ashabı da kendi aralarında ül­fet ve muhabbeti artırmak gönülleri hoş tutmak maksadıyla şakalaşmış-lar, fakat asla birbirlerini incitmemişlerdir. Diğer taraftan bir görev orta­ya çıktığı zaman, onu ciddi bir şekilde yerine getirmeye özen göstermiş­lerdir. Şaka ve ciddiyeti birbirine karıştırmamak, yerine göre hareket etmek gerekir. Yine bir gün saf bir adam, Efendimizin yanma gelip ken­disini bir yük hayvanına bindirmesini istedi. Efendimiz ona kendisini bir dişi deve yavrusuna bindireceğini söyledi. Saf adam kendisinin dişi devenin yavrusunu ne yapacağını sordu. Bunun üzerine Resul-i Ekrem "Develeri, dişi develerden başkası mı doğurur?" buyurdu.
Bütün develer, dişi develerden doğmuş oldukları için, her deve anası­na nispetle onun yavrusu demektir. Bu itibarla Efendimiz adamı dişi bir deve yavrusuna bindireceğini söylemiş, dişi deveden doğmuş olan bir de­veyi murad etmiş ve diğer taraftan da adamcağıza şaka yapmıştır. Halbuki adam saflığından, dişi deve yavrusu sözünden yük taşıyamayacak küçü­cük bir hayvan yavrusu zannetmiştir. Bunun için deve yavrusunu ne yapa­cağını, onun işine yaramayacağını söyleyerek cevap verdi. Efendimiz de bütün develerin dişi develerden doğmuş olduklarım ve dişilerin yavruları bulunduklarını açıklayarak adamı aydınlığa kavuşturdu.
Özellikle çocuklarla zaman zaman şakalaşmak onlarla aradaki sevgi bağını güçlendirmeye, muhabbeti artırmaya vesile olur. Efendimiz hizmetkarı Enes İbni Malikle zaman zaman latife edip şakalaşır, ayrıca Enes'in kuş besleyen küçük kardeşine de "Ey Ebu Ümeyr! Serçecik ne oldu?" diyerek ona da takılırdı.
Küçük çocukları neşelendirmek ve onların sevgisini kazanmak için, onlarla şakalaşmak müstahabdır. Enes'in sütten kesilmiş ana bir küçük kardeşi vardı. Künyesi Ebu Umeyr idi. Bu çocuğun kafeste bir kuşu var­dı. Efendimiz Enes'in yanında gördüğü Ebu Umeyr'le de meşgul olur ve onunla şakalaşırdı. Son karşılaşmasında çocuğun kafesindeki kuş ölmüş olduğundan Efendimiz özellikle kuşun ne olduğunu sordu. Bu şekilde çocuğun hatırını sorarak onu teselli etmek ve gönlünü almak istedi. Böy­lece hem büyüklerle olan münasebetlerde, hem de küçüklerle olan karşı­laşmalarda üstün ve eşsiz ahlakını göstermiş oldu. Yine Efendimiz Ha­san'ı elinden tutar, sonra çocuğun ayağını kendi ayağı üzerine koyarak çocuğu omuzuna çıkarır, onu eğlendirirdi.
Sevgi ve muhabbet, hasta gönülleri diriltecek, ulaşılması zor hedefle­re insanı emniyetle iletecek üstün bir güce sahiptir. Halkın manevi önderi durumunda olan kişilerin son derece anlayışlı, ümit verici ve sevgi dolu kimseler olması gerekir. Kıskançlık, daha çok karı-koca arasında her biri­nin yekdiğerini başkalarma kaptırmaktan sakınması, bunun için tedirgin­lik duyması, tepki göstermesi demektir. Aslında bu duygu ve davranışla­rın temelinde de eşlerin birbirlerine karşı duydukları sevgi vardır.
Allah sevgisinin yolu peygamber sevgisinden geçer. Kur'an'da "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin" buyurulmuştur. Allah sevgisi, bir mü'min için en üstün duyguların başmda gelir. İnsanoğlu, sevmekten daha çok sevilmeyi arzu eder. Bu sebeple Allah'ın sevgisini kazanmak, ulaşılabilecek en üstün seviyedir. Çünkü bu seviyeye ulaşandan Allah hoşnut ve razı olmuş demektir. Al­lah'ın kendisinden razı olduğu kimse ise, dünya ve ahirette saadete nail olur, en kıymetli nimetlere kavuşur. Cenneti ve cemalullahı müşahedeyi hakeder. Bunlar hayatın gayesidir ve ahiretin en büyük saadetleridir. Bütün bu nimetlere nail olmak için Efendimize uyulması gerektiğine bu ayet delalet eder. Allah'ın kulunu sevmesi, kulun peygambere tabi olma, uyma, onun yolunu ve izini takip etme şartına bağlanmış bulunmakta­dır. Çünkü sevgi sadece sözle değil seven kimsenin sevdiğinin emrine, arzu ve isteklerine uymasıyla olur.
Müminler birbirlerini sevmeli, birbirlerine merhamet etmeli, acımalı ve birbirlerine şefkat edip yardımcı olmalıdırlar. Çünkü hem müslümanların salahı hem ümmetin felahı, gönüllerini ve kafalarını bu engin fazilet his­leriyle doldurmuş ve hayatlarına bu duyguların yön verdiği kadrolarla sağlanabilir. Bu güzel duyguların karşıtı olan sevgisizlik, merhametsiz­lik, şefkatsizlik ve ilgisizlik hastalıklarından kurtulmak gerekir. Mümin­ler, sadece kendi iç bünyelerinde değil, başka din mensupları veya her­hangi bir dine mensup olmayanlara karşı da tam bir insani yaklaşım sergilemekle emrolunmuşlardır.
Sevgi imanda olgunlaşmanın işaretidir. Efendimiz "Sizden biriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi din kardeşi için de sevip arzu etmedikçe gerçek anlamda iman etmiş olmaz" hadisi bunu gösterir. İman sevginin, Allah sevgisinin ürünüdür, inanmak, kendisine inanılanı sevmek demek­tir. Bir mü'min için en üstün sevgiye layık olan, en yüce olandır. En yüce olan ise, bir olan Allah Teala'dır. Müminlerin diğer bütün sevgileri, Allah sevgisine bağlıdır. Birini seven kimse sevdiğinin arzu ve isteklerim eksik­siz yerine getirir. Böyle olmazsa, sevgisi samimi ve inandırıcı olmaz. Al­lah'ı seven kimse, Allah'ın emir ve yasaklarma eksiksiz uyar.
Hadis, gerçek bir müminin bencillikten, dünyalık toplama hırsından ve sadece kendini düşünmekten ne denli uzak, buna karşılık din kardeş­leri başta olmak üzere, başka insanlara karşı ne ölçüde diğergam, feda­kar, yardımsever, şefkat ve merhamet hisleriyle dolu olması gerektiğini ortaya koyucu niteliktedir. Bir insanın kendi öz nefsi için sevdiği ve is­tediği bir şeyi mü'min kardeşleri için de istemesi, bir sevgi toplumu oluşturmanın temel şartıdır. Bunun bir diğer şartı da müminlerin birbir­lerini sevmeleridir. Nitekim Efendimiz "Birbirinizi sevmedikçe gerçek manada iman etmiş sayılmazsınız" buyurarak bu gerçeği perçinlemiş-tir. Bizim en tabii gıdamız sevgi ve ilgidir. Birilerini sevmeden, birileri tarafından sevilmeden yaşamak olmayacak şeydir. Zira sevgisiz hayat, taşınması zor bir yük gibidir. Bizi bu aleme getiren rabbimiz aile yuvası kurmamızı emretmiş, huzuru ancak bu suretle elde edeceğimizi söylemiş, gönlümüze dünyaya yetecek kadar sevgi koymuş ve aile fertlerimizi sevmemizi istemiştir. Bizi dünyaya getiren annemiz babamız, hayatımızı birleştirdiğimiz eşimiz ve bu beraberliğin meyvası olan yavrularımız bi­zim sevgi ve ilgi odaklarımızdır. Sevgi dolu bir bakış, candan bir davra­nış, muhabbetle kucaklayış parayla alınabilecek şeyler değildir. Çünkü aşırı sevgi insanı sağır ve kör yapar. Seven insan, sevdiğinin kusurunu farkedemez. Birini iyi taraflarıyla fazlaca anmak, ona duyulan sevgi ve bağlılığın en belirgin işaretidir. "Allah için sevmek" bir anlamda sevgiye, sevgiden başka karşılık tanımamaktır. İşte bu anlamdaki sevgi, imana de­rinlik ve zevk katmaktadır. İnsan da imanın tadını böylece tatmaktadır.
Sevgide ölçüyü kaçırmak, insan için aklını yitirmek kadar kötü ne-ti-celer doğurabilir. Gönlünü ağyara kaptırmış bir kişi, düşman istilasına uğramış ülke gibidir. Hiçbir yerinde, hiç bir köşesinde huzur yoktur. İman izzetine ters düşen bir sevgi, mümini kendi kendisini inkara götü­rür. Bu da imanı ortadan kaldırır. İman olmayınca onun tadından bah­setmek zaten mümkün değildir.
Ali, yakınlarından birine önceki insanların sevgi konusunda ki­şinin arkadaşını orta yollu sevmesini, olabilir ki bir gün düşmanı olabi­leceğini, düşmanına da orta yollu düşmanlık yapmasını, olabilir ki bir gün dostu olabileceğini söylediklerini haber verdi.
Bir kimseye sevgi beslemekte de düşmanlık etmekte de ileri gidip taşkınlık etmemelidir. Her işte olduğu gibi, bunlarda da itidali kaybet­memeli, orta ve ölçülü bir yol tutmalıdır. İnsan aşırı derecede sevdiği bir kimseye her türlü esrarını açabilir ve ona bütün zayıf taraflarını da bildi­rebilir. Böyle bir dostla ara açılır da, düşmanlık meydana gelirse, ona si­lah verilmiş olur, büyük bir kırıklık meydana gelir. Onun için "Düşma­nından bir defa, dostundan bin defa sakın!" denilmiştir.
Bir kimseye düşmanlık etmekte de aşırı gitmemelidir. Bir gün insan önceden yaptıklarına mahcup olur ve utanır, pişmanlık duyar. Netice olarak hem sevmekte, hem de düşmanlık etmekte itidali bırakmamalı, orta derecede bir yol tutulmalıdır.
Düşmanlık, tecavüz, saldırmak, dostluğa yanaşmamak, harekette aşırı gitmek demektir. Allah Teala'ya ihlas ile kulluk eden bir dostuna düşmanlık eden olursa Allah da ona karşı harb ilan edeceğini beyan et­miştir. Bütün varlığıyla Allah'a yönelmiş, Allah saygısına ters düşen bir yaşayışa meyletmemiş, Allah'ı dost edinmiş kişilere veli denir. Veli, salih kişi demektir. Sürekli Allah ile olduğunun şuuruyla hareket ve amel eden insan demektir. Böyle bir kişiye bu iyi halinden, ibadet ehli oluşundan, iyi müslümanlığmdan dolayı düşmanlık etmek, onun, ina­nıp gereğince yaşadığı esaslara ve onları koyan Allah'a düşmanlık et­mek demektir. Allah Teala, kendi dostlarına düşmanlık edenlere harb ilan edeceğini bildirmektedir. Binaenaleyh mücahedeyi hayat tarzı ola­rak benimsemiş insanlara bu hallerinden dolayı düşmanlık etmek, Allah Teala'mn düşmanlığını karşısında bulmaktır.Böyle bir durumda kimin muvaffak olacağı bellidir.
Müminler, iyilik ve takvada birbirleriyle yardımlaşacaklar, günah ve düşmanlıkta, haddi aşmakta yardımlaşmayacaklardır. Eğer düş­manlıkta birbirleriyle yardımlaşırlarsa kötü kimselerin toplumların ba­şına musallat olmasına, idarecilerin işledikleri zulümler yüzünden top­lumun fitnelere sürüklenmesine, müslümanlar arasında düşmanlıkların ortaya çıkmasına ve benzer musibetlerin, toplum içinde yayılmasına se­bep olurlar. Mümin düşmanlık yapmamalıdır. Düşmanlıkta aşırı git­mek, müminin değil, münafığın özelliğidir. Nitekim Efendimiz münafı­ğın düşmanlıkta haddi aşan, haksızlık yapan kimse olduğunu ifade bu­yurmuştur. Bu kişilere rahmet kapıları kapalıdır. Zira her pazartesi ve perşembe günleri cennet kapıları açılır. Din kardeşi ile aralarında düş­manlık bulunan kişilere ise açılmaz. Melekler birbirine düşman olan iki kişinin birbiriyle barışmcaya kadar onların affedilmesini tehir ederler, kapıları kapalı tutarlar.
Müslüman, kendisini af ve mağfiretten, dola­yısıyla da cennetten mahrum bırakan düşmanlıktan uzak durmalıdır.
Efendimiz, müslümamn müslümana düşmanlık etmemesi için çok ciddi tedbirler almıştır. Öyle ki yalanı haram kılarken, birbirine küsen iki müslüman arasında düşmanlığın artmaması için onların barıştırılma-sı için yalana ruhsat vermiş, sırf düşmanlığı önlemek için böyle bir ön­lem almıştır. Kabul etmek gerekir ki, insanlar arasında meydana gel­miş kırgınlıkları ve düşmanlıkları önce yumuşatıp sonra ortadan kaldı­rabilmek için küskünlerin her birine, öteki adamın kendisi hakkında as­lında iyi şeyler düşündüğünü söylemek lazım gelir.
İnsan ölüm gelmeden aklını başına almalı, düşmanlığı bırakıp dost olmalıdır. Buna bir örnek olarak Ebu Süfyan'ın eşi Hind verilebilir. Hind, Mekke fethi öncesine kadar Efendimizin en azılı düşmanlarından biri idi. Bedir gazvesinde babası Utbe'nin Hamza tarafından öldü­rülmesi, yine aynı savaşta amcası Şeybe ve kardeşi Velid'in Öldürülmüş olmaları onun müslümanlara diş bilemesine sebep olmuştu. Uhud har­binde Vahşi'yi özel olarak tutup Hamza'yı şehid etmesini sağlamış ve intikam almak için Hamza'nın ciğerini ağzına alıp çiğnemiştir. Müslüman olduktan sonra kendisi de müslümanlara karşı duyduğu düşmanlığı itiraf etmiş ve Efendimize gelerek şu dünyada onun hane halkı kadar zelil ve perişan olmasını istediği hiç bir hane halkı olmadı­ğını, bugün ise, şu dünyada onun hane halkın kadar aziz ve mutlu ol­masını istediği kimse olmadığını ifade etmiştir. Bu sözleriyle bütün düşmanlıklarına son vererek, doğruluğu buldu.
Ömer, insanın sevgisinin taşkınlık derecesinde bir yük, düş­manlığının da yok etme derecesinde telef olmamasını söylerdi. Bunun nasıl olacağı sorusuna da Ömer insanın sevdiği zaman çocuğun düşkünlükle sevmesi gibi külfetle sevmemesini, düşmanlık ettiği zaman da arkadaşının yok olmasını istememesini söylemiştir.
Her iki haber de gerek dostluk kurmakta ve gerekse düşmanlık et­mekte itidal tavsiye edilmekte ve taşkınlıktan sakındırümaktadır. Ne ço­cukların bazı şeylere karşı olan aşırı sevgileri gibi sevmeli, ne de bir kimsenin telef olması derecesinde kin ve düşmanlık beslemelidir. Her iki hal, İslam ahlakma ve edebine aykırı olan hareketlerdir. lslam en gü­zel en mükemmel din olduğuna göre o adı alan müslüman da en güzel en mükemmel davranışları sergilemeye çalışmalıdır.
Bir adam Muğire İbni Şu'be'ye idareci olduğu bir zamanda onun kapıcısının bazı insanları tanıyıp onlara izin verip içeri girmelerine mü­saade ettiğini söyledi Bunun üzerine Muğire Allah'ın o kapıcıyı bağış­lamasını, çünkü tanımanın kuduz köpek yanında da saldırgan deve ya­nında da fayda verdiğini söyledi.
Tanımanın ve bir şeyin gerçeğini bilmenin önemi büyüktür. Hatala­rın çoğu iyi bilememekten ve tanıyamamaktan ileri gelir. İşin kıymetine ve büyüklüğüne göre zararlar doğar. Gerçek kimlikleri bilinen kimselere karşı yapılan muamele ve öncelik hakkı tanıma emniyet bakımından il­timas sayılmaz. Yerine göre tedbir ve işleri ayarlama olur. Hayvanlar bi­le tanıdıklara saldırıp zarar vermezler, insan saldırgan hayvanı tanıyınca ondan korunurlar. Muğire sözleriyle bunu kasdetmektedir.
Sevgi, manevi bir duygudur. Efendimizin beyanına göre ruhlar bir­lik birlik yaratılmış askerlerdir. Bunlardan birbirine uygun düşenler dünyada anlaşır ve birleşirler. Bunlardan birbirine uygun düşmeyenler ayrılır ve uzaklaşırlar. Ruhlar bedenlerden önce yaratılmışlar ve ilk yaratılışlarında iki kısım üzere yaratılmışlardır. Birbiriyle anlaşıp bir­leşenler ve birbirleriyle anlaşamayıp ayrılanlar vardır. Bir safta bulunan ordu ile karşı karşıya bulunanlar gibi. Ruhların ilk yaratılışında iyi ve kötüye meyil hasletleri vardır. Bu ruhlar dünyada bedenlere girdiği za­man, aynı meyli taşıyan insanlar birbiriyle anlaşır ve değişik huylular da birbirinden karşılaşınca uzaklaşır. Bunun için hayırlı kimseler hayırlı olanları seçer ve kötüler de kötülere meyledip onları severler. İşte insan­lar bu kabiliyetleri ölçüsünde İslam ahlakından nasiplerini alırlar ve bundan sorumlu tutulurlar.
Sevgiyi devam ettiren en önemli özelliklerden biri de vefa duygu­sudur. Vefa, bir şeyin kıymetini bilip, onu gözetmek, bir şeyi benimseyip korumaktır. Buna kadirşinaslık da denir. Vefa, görülen iyilikleri unut­mama, iyilikte bulunanlara misliyle veya daha güzeliyle karşılık verme­ye devam etme haline denir. Böyle olanlara vefakar adı verilir. Bir müslümanda bulunması gereken en güzel huylardan biri vefakarlıktır. Allah insanların birbirlerine iyilik yapmasından hoşlamr. Kur'an'da vefa konusunda Allah ile olan ahdine vefa gösterene Allah'ın ona büyük bir mükafat vereceği beyan buyurmuştur. Ahdi bozma, ahde vefa gös­termeme ve verilen sözden cayma demek olan gadr münafıkların ala-metlerindendir. Efendimizin ifadesiyle ahdini bozan herkes için kıya­met günü bir bayrak dikilip bu falanın vefasızlık alametidir diye ilan olunur.Yine kıyamet günü her vefasız kişinin arkasında bir bayrak bulunacak ve vefasızlığı Ölçüsünde o bayrak yükseltilecektir. Bilinmeli ki, vefasızlık açısından kamu yöneticisinden daha büyük vefasız yok­tur. Hak Teala kıyamet günü kendi adına and içtikten sonra sözünden cayan, ücretle bir işçi tutup işini gördüren ve işçinin ücretini vermeyen kişinin düşmanı olacaktır.
Sevgiyi besleyen en önemli etkenlerden biri de iyiliktir, iyilikler kar­şılıklı olarak devam eder. İyilik yapanlar muhataplarından kötülük değil de iyilik görürlerse başkalarına da güzel örnek olurlar, iyilik toplumda huzur ve güven duygularının sağlanmasına yardım eder. En büyük iyi­lik yaratanmı tanımak, kulluk görevlerini yapmak, verdiği nimetlerin kıymetini bilmektir. En büyük nankörlükte kulun rabbini inkar etmesi, onun yüceliğini tanımamasıdır. İnsan Allah'a ibadet etmek suretiyle ah­de vefasını göstermeli, kendisine iyilik yapanlara da vefakar olmalıdır. Fertleri arasında vefakarlık olmayan toplumlarda güven ve itimat sarsı­lır, sosyal bir çözülme başlar. Vefakarlık, dostlukların devamını sağlaya­cağından, sosyal dayamşmayı daha güçlü kılar. İnsanlar arasında oldu­ğu gibi, cemiyet ve devletin de, kendisine hizmet etmiş kişilere vefakar davranması, onların kıymetini takdir etmesi gerekir.
Vefakarlığın da en güzel örnekleri Efendimizde görülmektedir. Efendimiz, kendisine bir hafta süt emziren dadısı Ümmü Eymen'i, ücret karşılığı da olsa yıllarca kendisine bakan süt annesi Halime'yi, süt kar­deşi Şeyma'yı, çocukluğunu yanında geçirdiği Ebu Talib'in hanımı Fatıma'yı ömrü boyunca unutmamış, her fırsatta onlarla ilgilenmiş, yardım etmiştir. Mekke müşriklerinin zulmünden kaçan müslümanlara ku­cak açan Habeş Necaşi'sini daima hayırla yadetmiş, öldüğünde dua et­miş, yıllar sonra oğlu Medine'ye geldiğinde, babasına hürmeten bizzat kendi eliyle ona hizmet etmiştir. Her konuda olduğu gibi, bu konuda da Efendimiz eşlerinin dostlarına çok vefakar davranırdı. İyilikleri hiç unutmazdı. Aradan yıllar geçse bile hep vefakar davranırdı. Efendimiz ilk eşi Hatice'den sık sık bahsederek "O şöyleydi, o böyleydi" diye onun güzel özelliklerini sayar, çocuklarının ondan olduğunu söylerdi. Bir koyun kestiği zaman etini parçalayarak, ondan Hatice'nin dostlarına gönderirdi. Allah Teala'nın kendisine ondan daha hayırlı bir eş ver­mediğini, insanların kendisine inanmadığı bir zamanda onun inandığı­nı, başkalarının yalanladığı günlerde onun kendisini tasdik ettiğini, kimsenin bir şey vermediği sıralarda onun kendisini malıyla destekledi­ğini söylerdi. Resul-i Ekrem Efendimiz genelde zevceleri dışında hiç­bir kadının yanına girmezdi. Fakat askeri birlikler içinde veya katıldıkla­rı gazvelerde eşleri şehit olan bazı dul kadınları zaman zaman ziyaret eder, onların acılarını paylaşmaya, kocalarından geriye kalan dertlerine ortak olmaya çalışırdı. Zira bu bir vefa borcudur. Resul-i Ekrem Efen­dimiz de vefa borcunu en iyi şekilde ödeyenlerin başında gelirdi.
Hatice, Efendimizin en vefakar eşidir. Yeryüzünde ilk defa ona iman eden, bu hususta kadın erkek, köle cariye herkesin önüne geçen tek insandır. O, ne Nuh'un karısı gibi ne de Lut'un kadını gibi oldu. Onlar gibi Allah'ın kullarından iki salih kişinin nikahında iken onlara inen vahye İnanmayıp kocalarına hıyanet edenlerden olmadı. O kocasına vefa gös­terdi, vefakar davrandı. Efendimize vahyolunan ilk ayetlerden dolayı kor­kudan yüreği titreyerek evine döndüğünde başından geçenleri dinlediği zaman en büyük vefa ve sadakat örneğini göstererek onu teselli etti ve Al­lah'ın onu hiç bir vakit utandırıp mahcup etmeyeceğini, çünkü kendisinin yakınlarına iyilik ettiğini, fakirlere destek olduğunu, misafirleri ağırlayıp, önemli işlerde halka yardımda bulunduğunu söyledi.
Abdullah İbni Ömer'in hayatı da baştan sona vefa örnekleriyle do­ludur. Ibni Ömer'in, bir baba dostunun oğluna gösterdiği bu sıcak dav­ranışı çok ibretlidir. Uzun ve sıkıntılı yolculuk esnasında kendisine ge­rekli olan bazı şeyleri gözünü kırpmadan hediye etmesi, babasına verdi­ği değeri ve onun hatırasına olan bağlılığını göstermektedir. Baba dos­tuna, yol arkadaşlarının dediği gibi basit hediyeler değil de en lüzumlu şeyleri ikram etmesi, aynı zamanda onun cömertliğini ortaya koymak­tadır. İbni Ömer'in vefakarlığı, hatıralara bağlılığı pek meşhurdur.
Hatıralara bağlanmayı nostalji diye küçümseyenler, sevgi ve dost­luğun engin dünyasını farkedemeyen duygu fakiri, günlük yaşayan, dar ve küçük dünyalara haps olup kalan kimselerdir. Ana baba dostlarına ve onların yakınlarına değer verenler, insani meziyetleri gelişmiş fazilet­li kimselerdir.
Verilen söz ve yapılan anlaşmaların gereği olan ahde vefa ise islam ahlakının en önemli umdelerinden biridir. Ferd ve cemiyet hayalının ge­lişmesi karşılıklı ilişkilere, ilişkiler de çeşitli anlaşma ve sözleşmelere bağlıdır. Bunlar olmaksızın sosyal ve ekonomik hayatın gelişmesi müm­kün değildir. Yapılan sözleşmeye uymayı istemek kazanılmış bir hak, onu yerine getirmek de kabul edilmiş bir görevdir. Verdiği sözü tutma­yan böylece, karşı tarafın hakkını ve kendi vazifesini yerine getirmemiş olur. Bu nedenle, verilen sözün tutulmaması münafıklığın üç alametin­den biri sayılmış ve müslümanlar bundan sakındırılmıştır. insanı insan yapan en önemli özelliklerden biri vefaduygusudur. Bu duygu, sevilen veya sevilmesi gereken kimselere verilen değerin bir Ölçüsüdür. Vefa duygusuna sahip olmayanlar sadece kendini, zevkini ve çıkarını düşü­nen bencil kimselerdir. Böyle şahıslardan, hatıralara hürmet ve fedakar­lık gibi asil davranışlar beklemek boşunadır.
Dünyada hatırlanmak kadar güzel şey yoktur. İnsanın yaşadığı muhitte binlerce insan, yüzlerce komşu varken, bunlardan birinin bizi gönlünden geçirmesi, ailesi için yaptığı yemekten bizim de tadmamrzı istemesi ne güzel bir davranış ve vefaörneğidir. Gönderilen şeyi olduğu gibi, gönderilen miktarı da küçümsememek lazımdır. "Az veren candan, çok veren maldan" diye boşuna söylenmemiştir. Vefa göstermemek ni­fak alametidir.
islam ahlakı kişinin dürüstlüğü, güvenilirliği ve toplumun güven ve huzuru için son derece lüzumlu olan ahde vefa ilkesine bağlıdır. Ahdine vefagösterenlerden Allah Teala razı olur. Müminlere de verdikleri sözü yerine getirmek yakışır.
Cirane mevkiinde Efendimiz et taksim ediyordu. Ebu't-Tufeyl o gün küçük bir çocuktu. Devenin kesilen et parçasını taşıyordu. Bu sırada Efendimize bir kadın geldi. Efendimiz ona hırkasını serdi de onu üzeri­ne oturttu. Ebu't-Tufeyl, bu kadının kim olduğunu sordu. Onun Efen­dimizi emziren süt annesi olduğu söylendi.
Cirane, Mekke Taif yolu üzerinde bir yerin adıdır. Huneyn savaşın­dan dönüşte Efendimiz bu yerde ganimetleri bölerken süt annesi Halime yanma geldi, anlatıldığı gibi, Efendimiz tarafından güzel bir şekilde iltifat­la karşılandı. Kendilerinden iyilik görülen kimselere iyilik etmek ve onla­ra iltifatta bulunmak Efendimizin güzel ahlakının gereklerinden biri idi.
Sevgi gibi güzel olan huylardan biri de kardeşlik duygusudur.